16 Mayıs 2011 Pazartesi

YA UNUTURSAK? YA DA UNUTAMAZSAK?

Ne düşünüyorum biliyor musun? Hatırlamak ve hatırlamamak bir seçim olmalı. Her şey zihnimizin gerisinde bir yerlerde kalıyormuş ya, bu beni hep korkutuyor. Ne bileyim. Ya sen benden önce ölüverirsen ve ben hep cenazeni hatırlarsam? Ya da ben yaşlanınca bunarsam, senin arada ziyaret ettiğin, altına yapan, çoğu zaman da seni tanımayan yaşlı bir adam olursam? Öldükten sonra hep altına çişini kaçıran bir bunak olarak gelirsem gözünün önüne? O zaman dostum neden yaşamış olacağız bu boktan hayatı? Hiç düşündün mü?

Hafif rüzgarlı, serin, dingin bir akşam üzeri. Sahildeki yeşil, tahta bankların birine oturuyoruz. Sen oturmadan önce bankın üzerindeki kumları yere doğru hızlı hızlı itiyorsun elinle. Hep titiz biri oldun zaten. Taşıdığım siyah torbayı sana uzatıyorum, iki tane bira çıkarıyorsun. Sen şişede içmeyi seversin. Bir tane senin için kahverengi cam şişede, bir tane de benim içim teneke almışım bakkaldan. Bankın arkasına geçiyorsun. Şişenin ağzını, sırtımızı dayadığımız yerin köşesine yerleştirip kuvvetlice vuruyorsun. Genelde ikince seferinde açıyorsun şişeyi. Yanıma yerleşiyorsun. Önümüzden güzel bir kızın geçmesini bekliyoruz ilk yudumları almak için. Bizim ‘’şerefe’’ anlayışımız da böyle işte. Sen sarışın seversin. Ben esmer.  Genelde bir kumralda karar kılıyoruz. Eğer çok susamışsan beğenmediğin halde esmer bir hatuna ‘’tamamdır’’ diyorsun. İçelim.  İçiyoruz.  Sen bir şarkı tutturuyorsun. Ben önce sesinin çirkinliğiyle dalga geçip susmanı istiyorum. Sonra sana katılıyorum. İkimiz birden tutturuyoruz o şarkıyı. Biralar bitiyor.’’ Hadi’’ diyorsun bana bakıp. Ufak bir kafa hareketiyle denizi gösteriyorsun. Hadi. Üç deyince. Üç! Ilık kumlarda turuncu-mavi özgürlüğe koşuyoruz seninle. Koşarken terliklerimizi fırlatıyoruz. Sadece terlikleri. Kıyafetleri çıkarmaya zaman yok. Acelemiz var. Turuncu her an kaçabilir. Turuncu kaçarsa mavi de mavi olmaz artık. Özgürlük sadece o an için, turuncu-mavi için. Bizim için… Sonra denizde şişen kıyafetlerimize gülüyoruz.  

Sen bu konulardan konuşmayı sevmezsin ama şimdi söyle bana dostum. Bunları hatırlamayacaksak ne için yaşıyoruz? Eğer hatırlamazsam çocuklarıma bankın köşesiyle bira şişesini açmayı nasıl öğreteceğim?  Sence de Tanrı biraz daha cömert ve adil olmamalı mı?


8 Mayıs 2011 Pazar

METRODAKİ KADIN

Taksim metrosunda çok hoş bir ses yankılanıyordu. Çıplak bir ses. Güzeldi. Çok güzeldi. Bunaldığım zaman hayalini kurduğum deniz kenarındaki hamak kadar rahatlatıcıydı. Okuyamadığım tüm kitapların ve izleyemediğim tüm filmlerin vereceğine inandığım haz kadar doyurucuydu. Şarkıyı söyleyenin metrodaki olağan müzisyenlerden biri olduğunu düşünmüştüm. Müzisyenlerin her zaman durduğu yeri görebilmek için yürüyen banttan sağ tarafa doğru başımı eğdim. Ama kimseyi göremedim. Müzisyenler orada değildi. İnsanların kafaların çevirip geriye doğru baktıklarını gördüm. Sesin sahibinin arkamda bir yerlerde olduğunu anladım. Ama dönüp bakmadım. Sesinin fiziğe bürünmesinin anlamı yoktu ki zaten. Kadının söylediği parça Fransızcaydı. Ne dediğini anlamıyordum ama çok güzeldi. Güzeldi işte. Hem şarkı, hem sesi... Sesi, şarabın boğazda bıraktığı tortu gibiydi. Metrodaki güzel sesli kadın. Özgür kadın. Sırf bu yüzden güzel kadın! Merdivenlere yaklaştığımda müziğini daha yüksek, daha yakınımda duydum. O kadar dinginleşmişti ki her şey, gözlerimi kapattım. Yürüyen merdivenin bandına yaslandım.O, söylemeye devam etti. Herkes sustu. Tanımadığım bir sürü insanla tanımadığım bir kadın sayesinde ortak bir şeylere sahiptik artık yürüyen merdivende. Kimse kimseyle konuşmadı ama herkes birbirini tanıyordu o an. Tıpkı bir konserde yanında oturan, ilk defa gördüğün biriyle bir şarkıyı söylerken mutlu olmak gibi. Bir an için burada duralım. Herkes gözlerini kapatsın. Yuruyen merdiven dursun bir dakika için. Tüm yorulmuş zihinler üzerlerine çöken akşamın ağırlını unutsun. Sadece dinlesin. Doğal bir kadın dedim içimden. Özgür kadın. Bence güzeldi de.